5 Ocak 2008 Cumartesi

Babazula'dan Murat Ertel'le sohbet ediyoruz...

mulkiyet ve sanat( www.negatif.com )

sahip olan değil, sahip olunandır birey sahibiyet peşindeyken.


mulkiyet ve sanat 2( www.negatif.com )

kurulan ruh suikastlarından tek çıkışın, üretimindir.



Fanzin üstatları deyince aklımıza gelenlerden Murat Ertel’le fanzinden başlayıp birçok konuya uzanan çok zevkli bir sohbet yaptık. Çok doluydu M.Ertel, biz de sizlere sohbetimizi, kesmeden aynen veriyoruz..

Merhaba! Eski fanzincilerden birisin sen de, fanzin hayatına nasıl girdi?

İlk yayınladığım fanzin, aslında beş sayılık, hayvanları konu aldığım “Ormandaki Işıltılar”. Askerdeyken isimsiz bir fanzin çıkarmıştım, fotoğraf içerikli. Asker kıyafetleriyle çeşitli fotoğraflarımı çekmiştim. Bir çoğumuzun bildiği “Mondo Trasho” var, bir arkadaşımın davetiyle katılmıştım Mondo Trasho grubuna. Mondo Trasho çöplük dünya demek aynı zamanda.

Bağımsız, sansürsüz olarak ifade etmeye çok önem veriyorum. Sen bir fanzin çıkarıyorsun ya da bir takım müzik grupları demo adı altında kayıt yapıp yayınlıyorlar fakat tabulara değinilmiyor, sansürü bu alanda da görebiliyorsun. Belli toplumsal konulara, kalıplarla yaklaşma zorunluluğun doğuyor, uygulamazsan da imha edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorsun. Batı dünyasında bunlar sözüm ona aşılmış durumda fakat onlarda da sınırlar görebiliyoruz. Mesela islami terör konusunda çok büyük bir paranoyaları var, sen bu paranoya üzerinden gitmeye kalktığında onlar da seni engelleyecektir. İşte bu noktada senin yapman gereken; bir araç bulmak, bir takım aracılar kullanmak.

Türkiyeye bakarsak, Ortaoyunu’nun başladığı dönemde, sadece ramazan ayında sahnelenmediğini görürüz. Aslında kültürümüzden son derece pornografik ve politik bir öge olan ortaoyunu olan biteni lanse etmenin, tüm halka ulaştırmanın bir yoluydu; halk, padişahı, politikayı ele alan sert bir yaklaşımla güncel olaylar hakkında bilgilendirilirdi. Fakat oyunun girişinde padişaha ve allaha dualar edilirdi ve bu giriş sayesinde ortaoyunu varolabildi. Oyundan önce halkı, izleyenini şartlandırarak anlatmak istediklerini daha özgür anlatabiliyorlardı. Hatta anonim olan Nasreddin Hoca fıkralarının yarısından fazlasını yapı kredi yayınevi pornografikliğinden ve kendilerine yakışmayacağını düşünmelerinden ötürü hala yayınlayamıyor. Anonimlik çok önemli, sen halkın sesi edasında çıkmalısın ortaya.

Fanzinde de bu tarz bir takım kurtarıcı çözümler bulunmalı. Bir şekilde halkın içinde bir yerlerde kalman gerekiyor eğer gerçekten söyleyecek sözün varsa. Ben söylenmesi gereken çok fazla söz olduğunu düşünüyorum, şu an yaşadığımız dünya çok daha güzel olabilir, bunu herkes biliyor fakat susuyorlar, bir kesim ise biliyor ve zamanla düzene uyuyor, dünya tarihinde de hep böyle oldu bu; eski uygarlıklarda da, insanlar bazı güzellikleri yaşadıkça gücün büyüsüne kapılıp olayları çarpıtmış ve sonunda yok olmuşlardır.

Türkiyede insanlar çok hızlı ve hazırlıksız bir biçimde teknolojiyle tanıştırıldılar ve her alanda batıyı taklit ediyorlar. İnsanların konforlarına, güce olan tutkuları ve şekilcilik doğurdu bu durumu. İşlerin karmaşıklaştığı nokta da burası; şekilcilik sansürü doğuruyor -bu şekilciliğinse görselliğin bu kadar ön plana çıkmasıyla da bağlantılı-, mesela bana göre en temel kavram olan kadın kavramını, sansürlemeye çalışıyorlar. türklere barbar diyen yunanlılar asıl barbarlar, Anadolu’yu işgal ediyorlar ve Anadolu’daki kadın kültünü yok ediyorlar; onlar geldiklerinde Anadolu’da tanrıça Kybele var, tanrı Dionutus’a bir erkeğin ya da hayvanın kurban edildiği törenler düzenliyor kadınlar; ateş yakarak çıplak bir halde ateşin etrafında dans ediyor, kendilerinden geçiyorlar. Yunanlılarla kadın egemenliği sona eriyor, ataerkil toplumu yaratıyorlar. Güzel ok atan, matematikten anlayan erkek protipi oluşuyor, yaşadığımız da bunun dünyası. Varlığı bazı bilim adamları tarafından kabul edilmeyen bazı uygarlıklar var; bunların birinde rahibelerin egemen olduğu bir toplum yapısı görüyoruz, kristallerle tedavi yöntemleri uygulanıyor, rüya kaydı yapılıyor, bir efsaneye göre bu güçlerin, erkeklerin eline geçmesi kadın egemenliği sonu oldu.

Toplumu sarsmak gerekiyor bu da, sözünü söylemekten geçiyor. İşte bu noktada fanzini çok önemli görüyorum.

Rockın popülerleşmesi ve “rockçı” gençliğin boşluğu üzerine ne diyeceksin?


Köleliğin yasalar tarafından desteklendiği zamanlarda, siyah köleler ateşin etrafında davul çalıyor, dans ederek kendilerinden geçiyor ve isyana başlıyorlar, bu da köle sahiplerinin hoşuna gitmiyor tabii. Böylece siyahların tek sahip oldukları şey olarak blues doğuyor. Daha sonra, amerikaya getirilmiş olan zencilerden alınan blues müziği beyazlaştırılarak rock müziği haline getiriliyor, burada en güçlü örnek Elvis Presley. Kendinden önce Little Richard, Fast Domino gibi ondan çok daha iyileri var fakat Elvis benimseniyor ve Rock’n Roll doğuyor. Rock’ın temelinde isyan duygusu var. 1960’larda güzel bir hareket oluyor fakat bu evcilleştiriliyor. O kuşağı kestikleri için rock, şimdi daha müzikal.

Ama rockın popülerleşmesini olumlu bir gelişme olarak görüyorum, popüler müziği sarsmak gerekiyor, hiphop ve rockla uğraşan insanlar da bunu yapıyorlar. Sözü olan insanlar konuşarak sarsıntıyı başlattılar, pop yavaş yavaş tahtından iniyor. İlk defa, 80 darbesinin dokunmadığı, içi boş pop söyleyebilen s. aksu, a. pekkan gibi insanların egemenliğini soyadı olmayan yaşar, ege, gülşen gibi yavru popçular bozdu, şimdi onlar da baş aşağı olacaklar.

Fakat rockın da çok fazla alternatif olduğunu düşünmüyorum ben, evet olduğu durumlar var fakat J.Hendrix, The Doors gibi şu an yeraltı listelerinin babaları olarak görülen insanlar pop listelerinde de boy göstermişlerdi, hatta “Doors’u artık teenagerlar dinliyor, ben dinleyemem.” tarzında bir tavır oluşmuştu. Doors’u zaten teenagerlar dinliyordu en başında, sonradan J. Morrison’un hareketleri yüzünden sistem onları kabul etmedi, aleyhine açılan sayısız dava varken,yani onu ortadan kaldıracaklarken öldü ve böylelikle kabullenildi. 60’lar müzik için bir dönüm noktası, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelen sansürün kalkıyor, uyuşturucu ya da farklı maddelerle ve meditasyon gibi tekniklerle bilinç ve algı değişimi, cinsel ve müzikal devrim yaşanıyor. Doğu etkilerine rastlıyoruz, blues günlerindeki gibi kendi parçalarını kendileri besteleyen adamlar ortaya çıkıyor, bu kişiler bestelerini satanları sarsıyor. 70’lere geldiğimizde bu adamlar yok olunca devrimler kesiliyor ve popüler müzik doğuyor.

Bu sistemde de alternatif arayışlar var, bizler onları takip etmeliyiz.
Türkiye’ye baktığımızda padişaha başkaldıran, isyancı bir çok aşık görüyoruz, mesela Aşık Mahsuni’nin “Ey arapça okuyanlar allah türkçe bilmiyor mu?” ya da “Katil amerika” gibi parçaları var, 60’larda da bunlar yapılabiliyordu, şu anda ben böyle bir özgürlüğün olduğunu düşünmüyorum. Bir takım tavırları olan insanlar var fakat onlar da tam olarak istediklerini söyleyemiyorlar, ki biz de bunlara bir örneğiz.

Konuşanı susturduğunda, copladığında insanlar bu eylemsizliği yaşıyorlar. 80 darbesinin getirdiği çok büyük bir etki var, konuşanı ya da yazanı toplayıp hapse attığın, işkence yaptığın zaman insanlar düşüncelerini eyleme geçirmeyi istemiyor. Toplumda üniversiteli gençliğe, sanatçıya, bilim adamına düşüyor bu bilinçlendirme. Konuşmalı, eyleme geçmeliyiz, üretmek n’olursa olsun tek çare!

Evet, şu anda boyutları inanılmaz büyük bir tüketim çağı yaşıyoruz, öyle bir nokta ki boşuna akıttığımız sulardan, gereksiz yanan lambalara, yeniden ve yeniden düzenlenen sokaklara, kullanılabilir haldeyken bazı komisyonlarla bağlantılı sokaklara dikilen yeni telefon kulübelerine vs. vs. … Ve şu da çok önemli bence; kullandığımız birçok enerji kaynağı tükenecek çok uzun bir vade de yok önümüzde. Gençliğe dönersek, geçmişten gelen stratejik bir apolitizasyon politikasının çocuklarıyız bizler; idealler yok, hedef yok ve asıl tehlike kaybedecek bir şeyimiz yok, uğrunda yaşanacak bir hayat, sadece hayalinin bile mutlu ettiği ciddi bir gelecek tasarısı yok.

Peki, Babazula olarak siz, doğal yaşamı destekliyorsunuz, bunun için neler yapıyorsunuz?

Özellikle kurban bayramında deri satın almaya çalışıyoruz mesela. Derinin kullanılması, bir canlının öldürülmesi doğanın döngüsünü bozmuyor aslında. Ölüm doğanın bir parçası fakat tavuk çiftliğinde tavuklar şişmanlasın diye hormonlar veriliyor misal, işte bu korkunç. Şu anda şehirde yaşayan kimsenin tam olarak dengeli bir yaşam sürmesine olanak yok ama mümkün olduğu kadar dengeli, doğayla uyumlu yaşamalıyız. Yeni yerine eski bir şeyi satın almalıyız, böylece yeni bir üretimin önüne geçip üretilmiş bir şeyi yeniden işe yarar hale getiriyorsun. Esas olarak, ihtiyacın olduğu kadar hayvan öldürürsen doğanın dengesini bozmazsın.

Doğanın dengesi ilk defa tarımla bozulmuş. İnsan, yaşaması gereken göçebe hayattan yerleşik hayata geçip toprağı ekiyor. -Şuanda, herkesin, en fakirinin bile gereğinden fazla eşyası var.- En güzel yaşam biçimi, göçebelik. Biz yurtdışına giderken çok az alet ve eşyayla günlerce yaşayabiliyoruz. Müzik benim doğru yaşamamı sağlıyor, biraz olsun göçebe bir hayat imkanı veriyor, müzik olmasa herhangi bir evde eşyaların arasında yaşayacağım.

Göçebelik demişken, sizde çingenelere karşı da bir merak var, bu ilgi nasıl oluştu?

Kovboy filmlerinde Kızılderilileri, 2.Dünya Savaşında almanları merak ederdim ya da walt disneyin çizgi filmlerinde esas oğlan ve kız dışındaki kediler, kuşlar ilgimi çekerdi. İtilenler, dışlananlar toplum dışındakilerdi ilgi alanım. Başka bir açıdansa, bir örnekle yaklaşayım; iktidarın söylemine göre türk toplumunun %99’u müslüman, yalan! Nüfus cüzdanlarına zaten yazılmıyor, yazılanlara baktığımızdaysa %80-70 bu oran. Nüfus cüzdanına göre konuşmadığımız zaman kimin ne kadar türk olduğu hiçbir şekilde belli değildir, Türkiyeyi güzel yapan bir karışım söz konusu. Kimse dedesinden önce ne olduğunu bilmiyor, ben has türküm diyebilecek padişahların haremlerinde dünyanın her yanından getirilmiş padişahın çocuklarını doğuran kadınlar var, demek ki padişah da yeterince “asil” bir kana sahip değil. En asil halklar, göçebe hayatı sürenler, saray halkı tamamen bozulmuş. Çingeneler de, yerleşememiş bir toplum, ülkeleri yok ve kültürlerinde müzik çok önemli bir yere sahip. Ne kadar müziği engellesen, yayılmasına imkan vermesen, sansürlesen de müzikteki anlam, bazen hemen olamasa bile, 5-10 sene sonra ortaya çıkabiliyor fakat görüntüde bu yok, insanlar görsel ögelerle pazarlanıyor, müzikteyse pazarlama stratejileri uzun vadede sonuç vermiyor.

Müziğe gelirsek, Derviş Zaim’in Tabutta Rövaşata’sıyla Zen olarak bir araya geldiniz, peki ya bundan öncesi? Ve Anadolu müziğiyle elektronik müziği birleştirme fikriniz nasıl bir süreçte ortaya çıktı?

Çeşitli gruplar vardı bundan önce de, Tır mesela. Halk kültürüne çok önem veren insanlarız. Halk kültürünü incelediğimizde, bu kültürün özgün kişilerinin küçük yerlerden çıktığını görüyoruz, biz ise İstanbul’da doğmuştuk, bir karakterin yok demek oluyor bu, ilk başta dezavantajımızken zamanla bunu avantaja dönüştürebileceğimizi düşündük. Küçük yerlerde yaşayan insanlar buraya göç ederek kültürlerini getirdi ve sonuç olarak, bizler, burada bir kültür karmaşası içinde yaşıyoruz. Eskiler zaten yaptıkları işlerin en iyisini yapmışlar. Teknoloji çağındayız, müzikte de elektroniği yadsıyamayız. Biz de yaşadığımız çağı ve eskiyi harmanlayalım dedik.

Bir çok insan sizin müziğinizi karanlık buluyor, oldukça sıkıldığınız bir konu bu sanırım mesela albümünüzü dinleyip eşlerini terk edenler, bunalıma girenler varmış.

İnsanlar, alışkanlıklarından uzaklaştıkları zaman bir güvensizlik oluyor, müzik konusundaysa maalesef gerçekten çok dar insanlar, ciddi bir gerizekalılık var, bazı şeyleri doğru anlamayabiliyorlar. Aslında ipucu olarak bazı parça adları ve sözler var, biz bir şeyleri değiştirebilmek, daha çok insana hitap etmek, müziğimizi paylaşmak ve müzik kalıplarını değiştirmek istiyoruz bu yüzden son dönemde daha sık başvurmaya başladık söze.

Enstrümantal müzik yapma nedeniniz nedir?

Aslında son derece işlevsel bir durumdur bu; Tabutta Rövaşata’nın müziklerini yapma amacıyla bir araya gelmiştik. Film müzikleri genellikle enstrümantal olduğu için bunu seçtik, olaylar geliştikçe sözü daha fazla kullanmaya başladık. Enstrümantal müzikle uğraşan insanların sözlü müzik, sözlü müzik yapan insanların enstrümantal müzik yapmamasını çok saçma buluyorum. Bizim albümlerimizde, parçaların yarısı sözlü, yarısı enstrümantaldir. Sözlü müzik albümlerini incelediğimizde en fazla bir enstrümantal parça görüyoruz genelde. Bence, iki türün de farklı bir güzelliği var, sözler yönlendirmediği zaman hayal etme durumu genişliyor.

Özellikle bu son zamanlarda, yeni gelen nesle baktığımda gerçekten canım yanıyor… 15 -16 yaşındaki çocukların arkadaşlarına bıçak çekmeleri, silahı ellerine alabilmeleri tüyler ürpertici… Bunlardan bahsedelim, biraz da…

Evet, zaten genç yaşlardan başlayarak bu kültürün neferleri yetiştiriliyor, bilgisayar oyunlarıyla başlıyorlar eğitime. Simülasyon çok önemli bir kavram bence çağımızda, gerçek ve gerçek olmayan arasındaki ayrımı teknolojiyle gitgide azaltıyorlar. Yakın bir gelecekte, hem müzik hem görüntü olarak tamamen üç boyut çağına girilecek ve gerçeğin çok yakın bir yansıması bilgisayarların içine girecek. Başlayan üç boyutlu filmler, dergiler bunun ilk ipuçları. Kadıköy’de simülasyonlu ehliyet kursu yapmışlar, abd savaş pilotlarını bu şekilde eğitiyor. Ve şu anda küçük çocukları bir tuşla bombalar patlatarak, insanları öldürerek, mekanları yok ederek, daha önemlisi bundan zevk almasını öğreterek eğitiyorlar. Bir yandan da oyunla gerçek arası gitgide kapanıyor ve bu çocuklar büyüyecekler..

İlk olarak tetrisle başlamıştı bu,ardından atariler, şimdiyse playstationlar.. Amaç yok etmek, kazancın attığın yumruklar, tekmeler, patlattığın bombalar, zafer, cinayet!

Evet, bu korkunç. Oyun oynayanlara bakınca, hareket eden her şeyi vur mantığını görüyorsun ve Amerikada yaşanan silahlarla okul basıp çevresindekileri öldüren çocuklar gibi örnekler kaçınılmazlaşıyor. Buna paralel olarak bir de şu var; TV’ye baktığımızda bir bıçağın boğaza girmesi saniye saniye izleyebileceğimiz bir görüntüyken bir penisin vajinaya girmesi yasak! Bazı kanallar öpüşme sahnelerini dahi kesiyor, sevişmeyi ise, mutlaka kesiyorlar. Cinayet sistemlerinin gösterilmesinde hiçbir sakınca yokken, sevişmeler ayıp, mahrem!

Bunları anlatmak ve savaşmak gerekiyor. Olması gerektiğini düşündüğünü üret ve bunu var olan daha iyi kıl ki insanlar bunu seçsin. 12 Eylül kafası acısız arabesk üretelim diye bir olgu çıkarmıştı ortaya tabii ki ama olmuyor bu şekilde. Kaliteli üretim yapmalıyız.

Tarih öncesi dönemde, ilk insanın dört ayak üzerinde yürüdüğü düşünülüyor. Bir makalede iki ayağının üzerine kalkan ilk insanın öldürüldüğü üzerine kuvvetli varsayımlar okumuştum. Fakat sen iki ayağının üzerine kalkacaksın! Göze alacaksın bazı tehlikeleri. Konuşmak değil sadece, ÜRETMEK LAZIM! O yüzden fanzin, çok önemli. İnsanlara bir alternatif sun, fanzin çıkar, maliyetinin iki katına sat, hem yaşayacak imkanı versin sana, hem ertesi sefere çıkaracak maliyeti sağlasın sana.

Bir korku hakim şu an düşünenlerde, aile baskısından dine, devlete Foucault’un dediği gibi korkuyla işliyor artık.


Kırmak geliyor bunu, insanları cesaretlendirmek gerekiyor. Dine bakarsak, insanların yaradanla olan ilişkilerini düzenleyen kimin, nasıl oluşturduğu belli olmayan bir takım şeyler var. En rahat konuşabileceğimiz Hıristiyanlığı ele alırsak, İsa’nın yazdığı bir yazı yok, herkesin doğru kabul ettiği tek bir İncil yok.

Bir de bazı basmakalıp şeyler var, mesela insanlar Bismillahirahmani rahim’i o kadar çok kullanıyorlar fakat neden söylediklerini bilmiyorlar, bu onlara öğretilmiş ve onlar da sorgusuz uyguluyorlar. Bunların nedeni de, korku duygusu.

Korku ilk yenilmesi gerek duygulardan biridir. Carlos Castaneda adlı bir antropolog, halüsinatif maddeleri incelerken, Juan Matus diye Kızılderili bir büyücüyle tanışıyor. Juan ona çeşitli madde ve bitkiler veriyor ve bir gün Castaneda’ya o maddeleri vermesinin nedeninin erkeklerin çoğunun başka bir gerçeklik olduğunu kavramaları için bir takım olaylar yaşamaları gerektiğini, kadınların %80’ininse bu gerçekliği hissettiklerini olduğunu söylüyor. J. Matus’un ilk öğretisi; “Yenmen gereken ilk duygun korkundur.” dur.En son noktanınsa, gücü elinde tutmak olduğunu söyler Castaneda.

İktidarı elinde tutanların davranışları çok değişiyor. Zapatistoları çok beğeniyorum ben, biz muhalefet olarak kalacağız diyor adamlar. Buradan “şeytan” kavramına da geçebiliriz, bunu için satanist olmak, kedi kurban etmek gerekmiyor. Ben güce sahip olduğunda değişen insanlardan hemen uzaklaşıyorum, mesela sevgilisi olunca aramayıp sormayan, yalnızken “arkadaş” tiplemeleri oldukça fazla rastlanabilecek türden, burada da güç=sevgili.

Takip ettiğin türk yönetmenleri alalım bir de son olarak?
: )

Derviş Zaim, Ahmet Uluçay, Fatih Akın şu an aklıma gelenler.

Çok hoş bir röportaj oldu, zaman ayırdığın için teşekkür ederiz. Dilerim daha güzel bir dünyadan, daha dolu bir müzikten, daha insan bir insanlıktan bahsedebiliriz yakın bir gelecekte..

Umarım.. Ben teşekkür ederim, hepiniz iyi kalın..

bu söyleşi 2005'in son aylarında yapılmıştır.

Hiç yorum yok: